top of page
  • Yazarın fotoğrafıYusuf Emir Culha

Tiyatrokrasi

Sözün bir kaçış-cambazlık aracı değil hakikati dile getirebilen bir hâl içerisinde olması arzulanır. Hem yüz akıyla bu dünyada hem de inandığımız ahiret hayatında hesap verebilme umuduyla sözün en karizmatik biçimi hakikati ve gerçeği söyleyebilmekledir. Tarih boyunca lafın cambazlığını ustalıkla yapabilen kişiliklere tanık olmuşuzdur. Günümüzde ise bu durumun şeffaflaşması-barizleşmesi söz konusu. Bu cambazlar ayaklarının asla kaymayacağına kendilerini inandırıp şüphesiz bir dikbaşlılık ile negatif hatipliği sahnelemekteler. Takla atışlar sözlere sirayet etmekle yetinmeyip eylemlere dahi sıçrıyor. Toplumu parçalara bölüp, bölüklere konuşmalar üretiyorlar. Kucaklayıcı bir bakış ve duruş yerine öfke eroininin dağıtılmasını seyreyliyoruz. Çoğu zaman; belki de her zaman olduğu gibi.


Saygılı-münasip şekilde olsa dahi fikir belirtmenin ‘tehlike’ içerdiği bir ortamın içine daldırılıyoruz. Tek korunma şartımız fikrimizin herhangi bir tarafı pohpohlama-dalkavukluğunu yapabilme kabiliyetine sahip olmasına bakıyor. Hangi tarafa yüz çevirdiğimize bakılmaksızın asıl sorgu burada ikircikli bir çembere sokulmak, korku toplumu haline getirilmek istenen insanların var edilmeye çalışılması. Belki bunun en büyük sebeplerinden biri Sezai Karakoç’un özellikle üzerinde durduğu ölüm dikkatinin edinilememesi, aşırı sekülerleşmenin varlığı olabilir. Dinin de ucuz cümlelere alet edilmesi ve şuurunun düşürülmesi yani seküler olamayacak bir kavramı da sekülerleştirme çabası-cabası. Tutunacak gerçek bir dal bulamayan siyasal dil, karşısındaki halkın sömürebileceği hassas noktasını bulur ve zehirli dilini o bölgeye yapıştırır. Şahsiyetlerin ölüm dikkatini kendi içinde gerçekleştirmesini; sahneler, ışıklar, sallanan bayraklarla birlikte gazla çalışan sloganlar karşısında kendini övmesine tercih ederiz. Halis bir mana ve eylem arayışı mütevazilikten geçmelidir. Durmadan karşı fikri kötüleyip tüküren herhangi bir şahsın samimiyeti ve düşüncelerinden de şüphe etmek gerekir. Karşısındakinin fikrine dahi tahammül edemeyen birinin kurduğu cümlelere de tahammül etme zorunluluğundan sıyrılmalıyız. Ağız dolusu sıralanan cümleler acaba yalnız takatukacıların takatukaları mı?


Siyasetin tapınma halini almasına da değinmeliyiz. “Aksiyonu düşünceden, jesti niyetten üstün gören bir felsefe gibi sızmış insan ruhunun katları arasına politika. […] Politika, hayat tarzının, dünya görüşünün, giderek kimi yerde dinin yerini alma eğiliminde.”[1]

“Merhametten yoksun bir insanlığın doğuşu, deccalsı ideolojilerin ve önderlerin boy gösterişi bu kaynaktan beslenmekte. İnsan davranışlarının değerce abartılmasının sonucu. Kitleler şartlanmakta ve bu şartlanmalar bir politika görünümünde ve içyapısında iken, ona verilen önem ve anlam yüzünden, büyülenmiş toplulukların çılgın saldırılarına ve tutkularına temel olmaya itilmekte. Bu çılgınlıklar da uzun bir sürede, akılla ve sabırla sürdürülmekte! […] Kitleler onlara tanrısal buyruklarmış gibi uymakta.”[2] Karakoç’un yaklaşık 47 sene önce kaleme aldığı bu cümleler aynı şekilde bugünü de oldukça sağlam bir şekilde karşılıyor. Sözün niteliği ve neliği değil de söyleyenin kim olduğu önem arz eder hale geliyor. Bu durumun saçmalığı ve bağnazlığı açık seçik ortada. Kitlelerin bu bağlılığı; kaosun, parçalanmanın hızlı ve derin olmasının en büyük elementlerinden biri ve bağımsızlık isteğinin tezatlar içermesi söz konusu. Sorgulama, irdeleme ve eleştirme uzuvlarını kaybeden insanlar olarak yürüyor, bakıyor, izliyor ve yaşıyoruz kim bilir. Durum böyle olunca büyük bir kısım siyasilerin ağzında kaç adet diş olduğunu düşüneduruyor. Derin ve heyelana sebebiyet verecek sorunlar; küçük, rüzgârsız gündem ve kavgalarla kamufle ediliyor.


“[…] statükoyu korumak üzere ötekileri bölmek, zorunlu olarak diyalog karşıtı eylem kuramının temel bir hedefidir. Ayrıca, egemenler kendilerini, insandışılaştırdıkları ve böldükleri insanların kurtarıcısı olarak sunmaya çalışırlar. Bununla birlikte bu mesihçilik oyunu, gerçek niyetlerinin kendilerini kurtarmak olduğunu gizleyemez. Kendi zenginliklerini, iktidarlarını, kendi hayat tarzlarını, yani ötekileri boyunduruk altına almaya imkân sağlayan şeyleri kurtarmak isterler.”[3] Aklımızın odasına bir soru işareti düşüveriyor. Devlet mi halk içindir yoksa halk mı devlet içindir? Yoksa bu soruyu sorup ifrata mı münasip oldum? Sanıyorum ki burada ifrata kaçan popüler siyasi partiler ve bilgiç siyasiler.

“Türkiye’de mevcut siyasî partilere bakıldığında hiyerarşik bir şekilde parti lideri ve yakın çevresinin tartışılmaz egemenliği görülmekte, düşünce ve siyasi örgütlenme özgürlüğünün sınırlı olduğu (Parla, 1995: 95), bu durum parti içi demokrasinin işlemesine engel olan oligarşik yapıyı oluşturmaktadır. Böylelikle siyasi partiler hem demokrasiye hem de her türlü değişime kapalı hale gelmektedir. Parti içi demokrasi ise, partinin bütün kademelerinde görev alanların seçimle ve belirli bir süre için göreve gelmelerini şart koşarken, ülkenin önemli sorunları hakkında çözüm önerilerinin de alt kademelerden yukarı kademelere doğru gerçek ve demokratik bir süreç içerisinde ulaşabilmesini gerektirmektedir.” (Tan, Çiçek ve Koçar, 2015: 347-364) Siyasi partilerin demokrasi yoksunluğu gelişimi de engelleyen bir durum olarak pasifliği anormal olmaktan çıkarıyor. En ufak kurumdan en büyük kuruma fark etmeksizin güçlerin birleşmesi-birliği bulunduğu eşiği koruyor. Yaptığımız alıntının paralelinde içinde bulunduğu partinin yahut oluşumun içindeki kastlaşma alt kastın bir üst kastı pohpohlaması ile süregeliyor. Ölümlü varlıkların, insanların karşısında böylesine eğilip bükülmesi, olmadığı biri gibi davranması, sonunda konforma ve rahat deri bir koltuğa ulaşma isteği oldukça trajikomik değil mi? Bir de kameralar karşısında kurulan vatkalı cümleler…

Frantz Fanon, “Baskı, bırakın ivmeyi durdurmayı, ulusal bilincin gelişimini iyice artırır.”[4] der ve yanlış da değildir. Baskı olmadığı sürece düşüncenin derinleşmesi ve spesifik bir yapıya bürünebilmesi ihtimali azalır. Baskı olmadığında ise düşünce tabii ki farklı bir yatakta akışını gerçekleştirir. Bizde ise ikisinin de varlığının sorgulanması gerekiyor. İnsanların yaşamaya çalıştığı, birincil ihtiyaçlarını gidermek için ortalama çalışma süresinden daha fazla çalışmak zorunda kaldığı hanelerde ise elbette az önce bahsettiğimiz devinimlere ne güç ne derman kalacaktır. Bu yüzden eğer imkânımız var ise direnmeyi ve gördüğümüz adaletsizliklere karşı sessiz kalmamayı öğrenmemiz gerekir.

“Yetmiş küsür yıllık bir yabancılaşmanın sancıları, siyaseti cellatlığa soyundurmuş bulunuyor.”[5]

Siyaset olmalıdır; bize ise kala kala siyasetin fesatı kalmıştır.


Yusuf Emir Culha

[1] Sezai Karakoç, İnsanlığın Dirilişi, s.73 (31. baskı, 2020, Diriliş Yayınları) [2] Sezai Karakoç, İnsanlığın Dirilişi, s.74 (31. baskı, 2020, Diriliş Yayınları) [3] Paulo Freire, Ezilenlerin Pedagojisi, s.166 (21. baskı, 2020, Ayrıntı Yayınları), (Çev. Dilek Hattatoğlu ve Erol Özbek) [4] Frantz Fanon, Yeryüzünün Lanetlileri, s.76 (3. Baskı, 2020, Versus Yayınları) [5] Mürsel Sönmez, Dar Vakit Günleri, s.83 (3. baskı, 2018, İstanbul Yayınları)

9 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Yunus Berk Üstün 1982 yılında Meksika’nın borçlarını erteleme (monotoryum) talebi sonucunda ortaya çıkan borç krizi, bu dönemde uluslararası borç vermede ihtisaslaşan finans kuruluşlarını, ülke riski

“Ne kadar muhalefet 'devlet yok iktidar yok' diyorlarsa da gören gözü kör kulağı sağır kalpleri mühürlenmiş. İlk günden itibaren askeriyle, polisiyle, jandarmasıyla herkes 11 ilde yerini almıştır. Ter

bottom of page