top of page
  • Yazarın fotoğrafıYusuf Emir Culha

Seyahate Bakış ve İrdeleme

“Çalabım bir şâr yaratmış iki cihân âresinde

Bakıcak dîdâr görinür ol şârın kenâresinde

Nâgehân ol şâra vardım ol şârı yapılır gördüm

Ben dahi bile yapıldım taş u toprak arasında”1


Seyahat arzusu, insanın bir parçası; arayış, aranma, buluş isteğinin devinmesi. Aslına bakıldığında seyahat insanı, mekânı paralelinde ise tüm hayatı çoğu zaman köşelerinden tutup çekiştirmiştir. ‘Yola düşmek’ yalnızca yeni yerler, mekânlar görme amacıyla başlatılsa dahi seyyah ruhlu olanlar-olabilenler yolda yoldan daha fazlasını bulabilme mükafatına az ya da çok erişebilmişlerdir. İnsan hayatı da başlı başına ‘iki kapılı bir handa’ yolculuk hâlidir. Bu bağlamda sürgün de bir seyirdir diyebiliriz, zorunlu bir yol alış söz konusu olsa da. Sürgün denilince de ilk, Hz. Âdem ile Hz. Havva akla geliyor. Yola düşmeden memleket bulunur mu yahut yolsuz yolcu ne işe yarar? İnsan salt dışa değil, içe-sirete doğru da bir yürüme eylemi gerçekleştiriyor. En azından ruhunun sömürülmesine karşı duran, kaşlarını çatan, bulunduğu konumu sürekli yeniden tartıp ölçen insanlar için böyle olabilmelidir. Siretteki yolculuk-seyir başlatılabildiğinde, sürdürülebildiğinde suretteki seyahatin bir anlamı oluyor. Bu sayede günümüz hızlı gezilerinden, turizmden, kafa dinleme isteğinden ayırt ediyor kendini seyahat.


Seyyah bir arayışın baş karakteriyken turist; hareket etmenin arzulanımı içinde, anı görmek yahut anı yaşayabilme-carpediem kaygısıyla debeleniyor. “Yolculuk içimizi genişletir. Kelimeler de ışıyor! Bundan olacak, uygarlığımızın özündeki inançta ‘gezi’ye övgü vardır. Bir konuda yılgıya düşmüşsek, gezide kurtuluruz bundan. Yeni yerler görmenin kıvancı, umudu içimizde yeniden egemen kılar. Doğanın sonsuzluğunu geziyle kavrayabiliyoruz. Çünkü, yalnız oturduğumuz şehirde çarpmıyor doğanın yüreği! Beni, çokça Tanrı düşüncesi sarar yolculukta. Aslında; yaşamın da bir yolculuk olduğunu, belki, en iyi yolculukta anlıyoruz.”2 Burada Pakdil’in “…Beni, çokça Tanrı düşüncesi sarar yolculukta.” cümlesine vurgu yapmak gerekiyor. İnsanın, insanatoprağa-ülkeye hüküm sürdüğü yanılgısı içinde yaşayışı ve güç hırsı belki de en çok bu çağda apaçık belirginleşiyor fakat insan ancak acziyetini anlayabildiği-fark edebildiği sürece insan olarak kalabiliyor. Biraz durup düşündüğümüzde, her adımımızda acziyetimizi fark edebilecek iradeye sahibiz. Bunu yapmak da zor geliyor, böyle olunca seyahat güçlü bir olgu olması hasebiyle acziyeti aktarabilmenin yapı taşlarından biri haline gelebiliyor. Okyanuslar, denizler, dağlar, bozkırlar…

Malcolm X de yaptığı hac yolculuğu sayesinde yanılgılarından kurtulup sesini ve benliğini güçlendirmemiş miydi? Yani seyahat, “Bir ben vardır bende, benden içerü” dizesindeki ‘ben’e doğru değil midir? “Olgunlaşmak, yeni dünyalar keşfetmek, yeni hayatlar görmek ve galiba narsizmi kırmak, benlik duvarlarını yıkmak için gereklidir seyahat. […]”3 Hızlılanma, şeffaflaşma ve diğer değişkenler de elbette seyahat eylemini farklılaştırıyor. Her şeye rağmen insanın kendine doğru yol tutması asla sona ermeyecek-tükenmeyecek bir yol alış şekli, hayatın kendisi. Seyahat-gezi edebiyatının zamanla yüklendiği yüke bakıldığında pasif bir yapısının olmadığını kolayca görebiliyoruz. Bu türün ilk örneklerinde amaç görülen-gezilen yerleri tasvirlemek, insan tiplerinden bashetmek yahut da adetleri-görenekleri dile getirmekken; günümüzde diğerlerine ek olarak seyahat kendini, bulunduğu konumu-mekânı-gurbeti, memleketi, siyasayı, mimariyi, arka sokakları irdeleyen-sorgulayagelen bir yapı olarak karşımızda duruyor ve yenileniyor.


Seyahat notları-yazıları aynı zamanda düşünce yazısı olma yükünü taşıyor. Pakdil’in Paris’i adımlarken “…boynumuz ağrıdı Batı’ya bakmaktan.” cümlesini kurması bunun örneklerinden biridir. Pakdil’in Paris’e ayak basışından itibaren kafasının üstünde bir düşünce balonuyla gezip durduğunu, her ayrıntıyı ünlemlediğini sonrasında tekrar kendi içine dönüverdiğini hissedebiliyorum. “Heryerde kelime arıyorum; tüfeklere sürülü kurşunlar gibi ağır. Ama, onlar gibi öldürücü değil. Eiffel Kulesi kurşuna dönüşse, basımevinde eritilse, kaç kelime olurdu, diye düşünüyorum.”4 Pakdil pek çok mekândan söz eder fakat ruhunun bir tarafı Bayazıt Camii’nin etrafındaki çınarlara tutunmaktadır. Pakdil gurbeti sorgularken memleketi duyumsar ve özler; metro istasyonlarında ve sokaklarda İstanbul’u, Ankara’yı aramaktadır adetâ: “Bir İstanbul göğü bitti birden Malesherbes Bulvarının üstünde. Yenikapı eleğimsağması kuruldu. Paris, vermiş ağzını yağmur çeşmesine. Kesildi su. Şimdi egemen olan güneştir. Biraz da Ankara’nın Kuğulu Parkının o üşütücü serinliğini duyarsınız.”5 Kafe-kahveleriyle ünlüdür Paris. Bunu başka yazarlarda da görmek mümkün. Pakdil de kafelerin görevini-ruhunu irdelemiştir: “Kahveler psikolojidir Paris’te. Kahve, bir mekân adı olmaktan çok, bir konumu belirtir. Paris’in sinir sistemi. Kimi yerde, bu sinirler kalın halatlara dönüşür. Kimi yerde, nazik bir burjuva kadar incelir. Belleville Bulvarındakilerse, boğum boğum; kara kan damarları. Mairie D’Issy’deki kahvelere gelince, bunlar, bir çocuk öksürüğü kadar hafiftir.”6 Paris demişken bir de Ahmet Haşim’e değinebiliriz. Haşim’in Paris’e bakışından bahsetmeden önce onun hüznünden bahsedebiliriz. Çeşitli nedenlerden dolayı seyahatlere çıkan Haşim’de gurbet acısını hissedebiliyoruz kimi zaman. Bu daha yolculuğa çıkmadan yer yer kendini belirginleştiriyor: “Seyahat ne kadar rahat ve eğlenceli olursa olsun yine için için anlaşılmaz bir endişe tohumu taşır. En iptidaî ve ağır kervan yürüyüşlerinden en süslü ekspres ve en mutantan vapur seyahatlerine kadar yolculuğun bütün çeşitlerini tecrübe ettim, hepsinde de aynı gizli acının içimi ısırdığını duydum.”7 Geriye dönüp Paris’ten bahsedersek, Haşim için büyülü bir anlam taşıyan bir şehirdir. Yapılarıyla, sokaklarıyla, müzeleriyle etkileyicidir. “[…] Baştanbaşa mamur, sekiz on katlı, bir hiza üzerine dizilmiş, asil taşları, hava teressübâtıyla simsiyah, aynı mimaride koskoca apartmanlar… Sultanahmet Meydanı genişliğinde, asfalt veya ağaçlı ağaçsız, sonu gelmez caddeler… […] Okları siyah bulutları delen, mermerleri dantela hâline getirilmiş asır-dîde tarihi kiliseler.”8 Hararetle Paris’i anlatan Haşim yine de onu ‘neşesiz bir şehir’ olarak nitelemiştir. Gülten Akın’ın Paris şiirine baktığımızda bir büyülenme durumunu değil Paris’inFransa’nın geçmişine -ki şiiri ve anlatılanları Fransa dışında pek çok ülke için de ele alabiliriz- fırlatılan sorgulayıcı bakışa tanıklık ederiz: “[…]/ Ben ben ben Paris’teyken/ Aman bir Sacre-Cœur, Notre Dame/ Pır pır kölelerin gölgesi/ Kara ve beyaz işçiler işçiler/ Paris’i her gece yeniden kurarlar/ Paris’i her gece yeniden kurarken/ Kulesi duvarı freski vitrayı/ Kuran benim yapan benim diyemeden/ Her gece aman aman her gece/ Kara ve beyaz ölüler/ Altından soğuk taşların/ İnce ezgilerle seslenirler”9 Seyahat Cesareti yahut Arayış Her insan farklı bir cevher-öz taşır içinde. Farklı karakterler, farklı duygu-davranışyürüyüş demektir. Böyle baktığımızda seyyah olma isteği yahut girişimi adına ‘herkes seyyah olabilir mi?’ sorusu beynin çeperlerine çarpmıyor değil. Bu belli bir cesareti ve uygun ruh halini gerektiriyor diyebiliriz. Bir de yola düşme isteğinin uzaklaşma-kaçma isteğiyle -belki de bunalım da diyebiliriz- çarpıştığı farklı bir nokta-durum vardır desek bu da başka bir etken olabilir. Mesela Cahit Zarifoğlu’nun otostopla Avrupa’yı, özellikle Almanya’yı gezişi bir istek, merak, arayış ve cesaret durumuydu. Böyle olunca ‘seyyah olma durumu’nun doğuştan gelen bir olgu olma ihtimali de söz konusu oluyor ki yolculuk-seyahat ile kastettiğimiz yaşadığı yer dışında herhangi bir yeri gezmek dolaşmak değil yalnızca, yaşadığı yerden hiç çıkmayan biri de kanımca seyyah ruhlu olabilir; eylem, adım-yürüyüş bu bakış-görüş-derinlik bağlamında bir izlek oluşturdukça ruhaniyetini kazanıyor. Yani en başında söz konusu ettiğimiz kendini bulma isteği-kendini adımlama hali. Attila İlhan’a baktığımızda yola çıkma ve yolculuk isteği kendini gösteriyor: “Anamdan yolcu doğmuşum/ nehirlerle birlikte denizlere kavuştum/ akşam dedim/ şu koca dünya dedim/ ağlasam dedim/ yola bir düşüldü mü ömür boyunca gidilir/ turnaların peşinden/ […] / büyük şehirler büyük aşklar/ çığlık çığlığa terkedilir/ ben/ çocuklar gibi sevdim, devler gibi ıstırab çektim/ damarlarımda dünyanın bütün rüzgarları/ harblere, açlıklara, yalnızlığıma rağmen/anamdan yolcu doğmuşum/ neyleyim”10 Bir kenti tanıyabilmek de seyyahlık işidir. Orada yaşayanların göremediği şeyleri seyyah bir çırpıda fark eder, hatta Ahmet Mithat Efendi bundan oldukça bahseder ki pek çok farklı durumda da böyle değil midir? Dışarıdan bakan daha ayrıntılı görür. Turizmi seyahatten ayırmıştık. Kenti tanımak, mekânı hissetmek de yine seyahat yoluna çıkıyor. Enis Batur şiirsel bir biçimde bir kenti tanımayı yahut da tanımaya girişmeyi bizlere aktarıyor: “Bir kenti -bir insanı, bir konuyu, bir nesneyi- tanımaya girişmenin herhalde binbir yolu vardır, her yiğidin kendine göre yoğurt yiyişi. Aynı anda bütünü kavramaya ve ayrıntılara girmeyi severim ben. İkisinde de boğulurum önce. Usulcana vukuf girer işin içine. […] Bir kentin yüzü, yüzeyi, teni olduğunu kavrayalı yıllar oldu. İçi, içyüzü, iç organları zaman ister. Gene de bana kalırsa bütünlükle ilişkiyi göz ardı etmeksizin ayrıntıların peşine düşmek en sağlam çözüm… Bir de türleri vardır kentlerin. Burges, lirik bir kent örneğin. Venedik de. Bağdat, İzmir dramatik kentler. Roma epik bir kent. New York neo-epik. Trajik kentler: Berlin, söz gelimi. Asıl kavranması güç kentler mürekkep olanlar: Paris, İstanbul, Londra gibi. Birkaç ömür ister, beklerler. Birkaç hayatları vardır… Bir kentin nasıl bir ana niteliği olduğunu dile getirmek, sabır ve göz nuruyla örülü bir ilişki geliştirmeye sıkı sıkıya bağlıdır.”11 Bir insanı tanımak, bir kenti tanımak, insanın kendini tanıması… Tanımak zorlu bir eylemdir oldum olası. Ben de Üsküdar’ı tanımaya ‘çalışıyorum’ şimdilerde. Camileriyle, - bir kısmı özeni ve önemini yitirmeye yüz tutmuş olsa da- çeşmeleriyle, sabahıyla, akşamıyla, martılarla dalgalanan gökyüzünün bitişiğinde yokuşlarıyla, samimiyetiyle, edebiliğiyle, dostluğuyla, abiliğiyle karşımda dikilmekte, biraz da hüzünlü yine de dimdik…


[1] Hacı Bayram Veli, Nutki Şerif. [2] Nuri Pakdil, Batı Notları, s.78 (Edebiyat Dergisi Yayınları). [3] Cemile Sümeyra, Seyahat ve Edebiyat, s.264 (Şule Yayınları). [4] Nuri Pakdil, Batı Notları, s.68. [5] Nuri Pakdil, Batı Notları, s.57. [6] Nuri Pakdil, Batı Notları, s.107. [7] Ahmet Haşim, Frankfurt Seyahatnamesi, s.21. (Yapı Kredi Yayınları) [8] Ahmet Haşim, Bize Göre ve Bir Seyahatin Notları, s.89. [9] Gülten Akın, Paris şiiri. [10] Attila İlhan, Şahane Serseri adlı şiiri. [11] Enis Batur, İki Deniz Arası Siyah Topraklar: Bordeaux Seyahatnamesi, s.41.


Yusuf Emir Culha, Dört Duvar Dergisi 2.Sayı.

18 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Yunus Berk Üstün 1982 yılında Meksika’nın borçlarını erteleme (monotoryum) talebi sonucunda ortaya çıkan borç krizi, bu dönemde uluslararası borç vermede ihtisaslaşan finans kuruluşlarını, ülke riski

İçimde bir şeyler var kaynayıp duruyor. Ne çırpınıp duran kendimi ne de çarpışıp duran diğer insanları anlayabiliyorum. İnsan az çok katlanıyor acıya, kendini sarıp sarmalıyor bir çarşaf gibi. Yetiyor

bottom of page