top of page
  • Yazarın fotoğrafıYusuf Emir Culha

James Baldwin'e Bakış ve Irkçılık Üzerine

James Arthur Baldwin (2 Ağustos 1924 - 1 Aralık 1987), Amerikalı yazar. Yaşamının bir kısmını Paris’te geçirmiş ve orada hayatını kaybetmiştir. Özellikle romanlarıyla ün salmış

yazar Baldwin’in diğer yazın türlerinde de eserleri vardır. Eserlerinin büyük bir kısmı da Türkçe’ye çevrilmiştir (Ben Senin Zencin Değilim, Bir Başka Ülke, Giovanni’nin Odası, Bundan Sonrası Ateş, Ne Zaman Gitti Tren, Dost Mektupları…) Eserlerinin ünü halen devam ediyorken bazı eserleri de beyazperdeye uyarlanmıştır.

Bitmemiş bir el yazması olan Remember This House, 89. Akademi Ödülleri'nde En İyi Belgesel Film dalında aday gösterilen I Not Your Negro (2016) belgesel filmi olarak genişletildi ve sinemaya uyarlandı. Romanlarından biri olan If Beale Street Could Talk, 2018 yılında Barry Jenkins tarafından yönetilen ve üretilen aynı adlı Akademi Ödüllü filme uyarlandı. Buna ek olarak onunla ilgili belgeseller de çekilmiştir (Meeting the Man: James Baldwin in Paris, James Baldwin: Başka Bir Yerden, I Heard It Through The Grapevine vb.)

Pek tabii Baldwin, yalnızca yazılarıyla değil özellikle ateşli hatipliğiyle de dikkati çekmiştir. Ciddileştikçe büyüyen gözleriyle dinleyeni kendisine odaklanmak zorunda bıraktığını söyleyebiliriz. Bunun için Dick Cavett Show adlı programın James Baldwin’in konuk olduğu böl


ümüne bakabiliriz. Ayrıca Baldwin’in, bu programın diğer bir konuğu olan avukat ve filozof olarak tanınan Paul Weiss’in Amerika’da zannedildiği kadar ırkçılık olmadığını söylemesine karşın kurduğu cümlelerin bir kısmını buraya almak istiyorum: “Paris yıllarımın bana şu faydası oldu: Toplum korkumdan azat etti beni ki bu zihnimin uydurduğu bir paranoya değil: her polisin, her patronun herkesin çehresinden okunan somut bir toplumsal tehlikeydi. Bu ülkedeki beyazlar ne hissediyor bilemem. Sadece kurumlarının haline bakıp hissettiklerini tahmin edebilirim. Beyaz Hıristiyanlar zencilerden nefret ediyor mu bilmem ama beyazlarla zencilerin ayrı kiliseleri olduğunu biliyorum. Malcolm’un dediği gibi Amerika’da ayrımcılık pazar günleri zirve yapar. Bu da Hıristiyan bir ulusa dair çok şey söyler. (…) Konut sendikası siyahlara karşı mı bilmem ama konut sendikasının beni gettoda tuttuğunu biliyorum. Eğitim kurulu, siyahlardan nefret ediyor mu bilmem ama çocuklarıma verilen ders kitaplarıyla gittikleri okulları biliyorum. İşte size kanıt. İnancımın peşinden gidip kendimi, karımı, kardeşimi, evladımı Amerika’da var olduğunu temin ettiğiniz fakat benim hiç şahitlik etmediğim bir idealizm uğruna tehlikeye atmamı istiyorsunuz.”

I Not Your Negro (Ben Senin Zencin Değilim): “Beyazlık bir iktidar metaforudur ya da Manhattan Bankası’nın bir diğer adı!”


Raoul Peck’in yönettiği, James Baldwin’in henüz bitmemiş ve yayımlanmamış olan ‘Remember This House’ adlı eserin taslaklarına dayanarak genişletilerek 2016 yılında çekilen belgese


l-film. Bu belgesel Baldwin’in anılarını ve özellikle Baldwin’in perspektifinden Amerika’nın siyasi-toplumsal tarihini, Amerika insanını görebilmek adına oldukça önem arz ediyor. Baldwin’i ise ünlü aktör Samuel L. Jackson seslendiriyor.


Baldwin’in Fransa’dan vatanı Amerika’ya geri döndüğü günlerden başlıyor belgesel. Gelen her haber birer tokat mahiyetindedir ve Amerikan yazar olduğu yerde duramamaktadır. “Fransa’dan ayrılacağımı işte o güneşli ikindi vakti anladım. Cezayir ve siyahi Amerikalıların sorunlarını tartışarak daha fazla Paris’te oturamazdım. Herkes elini taşının altına sokuyordu. Benim de yurduma dönüp elimi taşın altına sokmamın vakti gelmişti. (…) Nihayet vatanıma dönmüştüm. Karşılaştığım manzarada yanılsama olduğu kadar doğruluk payı da vardı. Paris’te geçen yıllarımda Amerika’ya dair hiçbir şeyi özlememiştim. (…) ne Empire State Binası’nı ne Coney Adası’nı ne Özgürlük Heykeli’ni ne de Daily News Gazetesi’ni veya Times Meydanı’nı. (…) Onları bir daha görmesem benim için fark eden hiçbir şey olmazdı. Ne var ki kardeşlerimi ve annemi özlemiştim. (…) Artık bir yabancı olsam da en azından evimdeydim.”

Onu kitaplarla, başka dünyalarla tanıştıran öğretmeni Bill Miller’den bahseder Baldwin: “Korkunç hayatıma çok erken giren Bill Miller yüzünden de beyazlardan neftret etmeyi hiç be


cerememişimdir. Gerçi Tanrı biliyor ya birkaç beyazı öldürmeyi istediğim olmuştur. Böylece beyazların sırf beyaz oldukları için değil başka sebeplerden dolayı böyle davrandıkları şüphesi uyanmıştı bende.” Böylece Baldwin’in zenofobi durumundan erken yaşta kurtulduğunu görüyoruz.


Tamamlanamayan ‘Remember This House’ adlı eserde Baldwin; Martin Luther King, Medgar Evers ve Malcolm X ile ilgili anılarını ve ileri düzeyde aslında onların otobiyografilerini yazmayı amaçlıyor. Kısaca suikaste uğrayıp ölen bu üç büyük adamı anlatmayı amaç edinmiş fakat noktayı koyamamıştır. Belgeselde Baldwin’in kitapla ilgili planlarını ve yolculuğunu anlattığı kısa mektupları da yer yer seslendiriliyor.

Genç Karl Marx, Lumumba, Kara Nisan, Haiti’de Cinayet gibi filmlere imzasını atmış olan Haitili yönetmen Raoul Peck; Baldwin’in yapmaya çalıştığı zorlu işin devamını getirerek bu belgeseli tamamlıyor. Belgesel’in müzikleri de kezâ filmin anlatmaya çabaladığı ırkçılığın tarihi hakkında ipuçları verir nitelikte.

Belgesel, pek çok film kesitiyle, Amerika siyasetine-toplumuna dair haber, fotoğraf ve v


ideolarla destekleniyor. Baldwin’e ait fotoğraflar ve videolar da buna dahil. Örnek olarak Amerikan tarihinde yer edinmiş 1963 Birmingham olayları da tüm insandışılığıyla belgeseldeki yerini alıyor.


Arka planda beyaz Amerikalıların, Kızılderili yerlilerle savaştığı görüntüleri içeren Stagecoach (Cehennemden Dönüş) adlı 1939 yapımı film gösterilirken Baldwin şu sözleri sarf eder: “Kahramanlar gördüğüm kadarıyla beyaz oluyordu. Sırf filmlerde değil, yaşadığım topraklarda da vaziyet böyleydi ki filmler de bu toprakları yansıtıyordu. İntikamlarını elleriyle aldıkları için bu kahramanlardan nefret edip korkardım. İntikam almak doğuştan hakları sanıyorlardı. Bundan benim anladığımsa şuydu: YURTTAŞLARIM BENİM DÜŞMANIMDI.” Belgeseldeki örneklere baktığımda (Hong Kong, Tom Amca vb.) Amerikan sinemasının da dikkate ve irdeye gerek duyduğu apaçık. Hangi yaşta olursa olsun (ki özellikle küçük yaş aralığındaki çocuklar) filmlerden ister istemez etkilenecek ve siyah renge sahip olan herhangi bir insana farklı ve dışlayıcı bakacaktır. Baldwin’in vurguladığı gibi yurttaş düşman gibi gözükecektir.


Kendi vatanında, doğup büyüdüğü vatanında yabancı hissetmek… Tezatlar içeren bir durum, dü


şüncesi bile garip geliyor. Baldwin de 1965 yılındaki Cambridge’de yaptığı konuşmada bundan bahsediyor: “Alıntılayabileceğimiz somut gerçekler bir yana tecavüzler ve cinayetler bir yana aşinâ olduğumuz kanlı baskı modelleri bir yana bunun baskı gören tarafa yaptığı şey gerçeklik hissini yok etmek oluyor. Buysa o şaşaalı cumhuriyette doğmuş Amerikan zencisi için şunu ifade eder: İşin aslını bilmediğin için doğduğundan beri dağı taşı, her yüzü hatta aynada görmediğin kendini bile beyaz sanırsın. Eskiden Kızılderilileri öldürürken desteklediğin Gary Cooper’ın öldürdüğü Kızılderililerin aslında sen olduğunu anlarsın, 6-7 yaşına geldiğinde de hayatının şokunu yaşarsın. Doğduğun ve hayatını, kimliğini borçlu olduğun ülkenin, düzeninde senin için bir yer açmadığını anlamaksa ayrı bir şok olur senin için!”


Baldwin, Malcolm’dan söz ediyor: “Daha tanışmadan görmüştüm Malcolm’u, New York’ta bir konferans veriyordum. Malcolm, salonun ilk sırasında oturuyordu öyle bir açıyla öne eğilmişti ki uzun kolları uzun bacaklarının bileklerine değiyordu neredeyse. Gözlerini bana dikmişti. (…) Ben de Malcolm’un yüzümden ayırmadığı bakışları altında güç bela konuşmama devam ettim.”


“Malcolm veya öteki Müs


lüman vaizler konuştuğunda onlara kulak veren, onları dinleyen zencilerin sesi oluyorlar adeta. (…) Onlara gerçekten var olduklarını söylüyorlar bir nevi.”

Baldwin, avukat olan Medgar Evers’dan ise daha uzunca bahsetmektedir, onunla samimiyeti-yakınlığı daha fazladır: “SIGIUB üyesi olan Medgar bir siyah adamın aylar öncesinde işlenmiş cinayetini soruşturuyordu. Bu soruşturmayı üstlenmesini isteyen siyahların mektuplarını bana gösterip onunla gelmemi istemişti. Bu teklif beni korkutmuştu. Ancak belki de bu gezi sayesinde şahit derken neyi kastettiğimi açıklayabilirim. Şahitle oyuncuyu çok ince bir çizginin ayırdığını keşfetmek üzereydim. Hoş, ince olduğu kadar da gerçek bir çizgi. Siyah Müslüman değildim mesela. Tıpkı farklı sebeplerden de olsa Kara Panter olmamam gibi çünkü bütün beyazların kötü olduğuna inanmıyordum ve genç siyahların da buna inanmasını istemiyordum. Herhangi bir Hıristiyan cemaat üyesi değildim. Zira onlar da Tanrı’nın emirlerine uymuyor ve insanları benim kadar sevmiyorlardır. Siyahi İnsanların Gelişmesi İçin Ulusal Birlik üyesi de değildim. Zira büyüdüğüm yer olan kuzeyde SIGIUB, siyahi sınıf ayrımı gibi yanılsamalara batmıştı boğazına dek ki bu da benim gibi bir lostracının gözünü korkutmuştu. Günlerce, gecelerce ağzımı açmadan Mississippi gibi bir suç eyaletinin kahrını çekmek zorunda kalmıştım. Binlerce hayatı ilgilendiren kararlar yüzünden soğuk terler dökmemiştim. Para toplayıp onun nasıl kullanılacağına karar verme sorumluluğu almamıştım. Şerifleri, şerif yardımcılarını, askerleri sadece yoldan geçerken görmüştüm. Hiçbir şehirde uzun süre kalmadım. Bu da bazen moralimi bozuyordu. Lakin kabul etmeliyim ki zaman


ilerledikçe şahit olarak sorumluluğum olabildiğince çok ve özgürce dolaşıp bu hikâyeyi yazmaya dönüşmüştü.” Baldwin, daha fazla elini taşın altına koyması gerektiğini düşünmüş ve bir anlamda vicdan azabıyla boğuşmuştur. Sonrasında ise yazmak eylemini görev edinmiş ve kendisini konumlandırmıştır.


Sıra Martin Luther’e geliyor. Martin Luther, sevgiden ve sabırdan bahseder; Malcolm’un Elijah döneminde olduğu kadar radikal ve öfkeli değildir. Malcolm, Martin’i bir dönem yalakalıkla dahi itham eder. Malcolm’un Elijah ile yolunu ayırması ve gerçek İslam’ı öğrenmesi onda bir yumuşama ve olgunlaşmaya yol açar. Bu dönemden sonra Martin ve Malcolm zaman zaman aynı karede görünürler. Ülkenin çıkmaza giren sorunları ve sokakların daha fazla kana boyanma ihtimali onları yakınlaştırır. “Apayrı arka planlardan gelen ve farklı rollere sahip iki adam olan Malcolm ve Martin’i, endişelerinin birbirine yakınlaştırmasına tanıklık ettim. İkisi de hayatını kaybettiğinde hemen hemen aynı rolü benimsemişti. Martin, Malcolm’un yükünü sırtlanmış, Malcolm’un görmeye başladığı ve bedelini canıyla ödediği geleceği kendisi de dillendirir olmuştu. Malcolm, Martin’in zirvede gördüğü isimlerden biriydi. Medgar’ın ömrüyse bugünleri görmeye yetmemişti. Gerçi umutlu olduğundan şaşırmazdı da. Ne var ki ilk Medgar öldürüldü. Ben; Medg


ar, Martin ve Malcolm’dan da büyüktüm. Büyüklerin küçüklere örnek olması ve daha önce ölmesi gerektiği kaidesiyle yetiştirilmiştim. Bu üç adamdan hiçbiri 40 yaşını göremedi.”


Belgesel yalnız 20.yüzyıla yahut Baldwin’in yaşadığı dönemden görüntüler-izler taşımıyor, 21.yüzyıla dair görüntüler de taşıyor. Bu anlamda tarihsel bir karşılaştırma ve sorgulamaya da olanak tanıyor (2014’te Missouri olayları gibi). “Beyaz, İrlandalı, Yahudi, Leh veya bağ kurabileceğiniz herhangi bir gruba ait olsaydık bizim kahramanlarımız sizin de kahramanlarınız olurdu. Nat Turner bir tehdit değil kahraman olurdu. Malcolm X ölmezdi belki de. Herkes cesur İsrail ile gurur duyuyor ki yanlış anlamayın Yahudi karşıtı filan değilim. Lakin İsrailliler, Lehler, İrlandalılar veya herhangi bir beyaz grup silahlanıp ‘ya özgürlük ya ölüm!’ diye bağırdığında bütün dünya alkışlıyor. Fakat bunun aynısını bir siyah yaptığında suçlu muamelesi görüyor. Hatta onun gibi başkaları türemesin diye de bu pis zencinin haddini bildirmek için mümkün olan her şey yapılıyor.”

Baldwin’in Amerika’ya dair yaptığı tespitler yalnızca ayrımcılık sorununu değil genel anlamda tüm toplumun, televizyonun, sinemanın, tüketimin eleştirisini içeriyor. “Televizyonu uzun süre


seyredince Amerikan gerçeklik anlayışına dair korkunç şeyler öğrenmek kaçınılmaz oluyor. Olmak istediğimiz şeyle olduğumuz şey arasındaki uçurum bizi esir etmiş. Bu kıtada süregelen hayatların niye bu denli boş, yavan ve çirkin olduğunu kendimize sormaya razı gelene dek de olmak istediğimiz şey olamayız.”


Bu tespitler dile getirilirken arka planda Amerikan televizyonundaki reklam ve TV showlarını görüyoruz. Zaman zamansa bu görüntüler ünlü Amerikan polislerinin vahşi görüntüleriyle yer değiştiriyor. “Amerikan hayat tarzı insanları daha mutlu veya daha iyi kılmayı beceremedi. (…) Kentlerimizi dünyanın en tehlikelilerine çeviren, bitmeyen, amaçsız husumetin bir avuç sapkının uydurması olduğuna inanmakta ısrar ediyoruz. Bu ülkede kol gezen fedakârlık ve kişisel otorite eksikliğini uyumumuzun ve demokrasiye olan meylimizin kanıtı olarak görüyoruz. (…) Burası özgürlük vatanı değil. Gayriihtiyari ve gelişigüzel cesur olmuş kişilerin vatanı sadece. ABD’nin siyah nüfusunun tamamının çok uzun zaman önce paranoyaya yenik düşmemiş olması büyük bir mucize gibi gelir bana bazen. İnsanlar size toplumsal gerçeği yok saymak adına ‘Amma haşinsin’ diyebilir. Haşin miyim değil miyim bilemem ama haşin olsam bile bunun için geçerli sebeplerim olurdu pekâlâ. Bunların başında da hayatta haşin olmak için hiçbir sebep yokmuş numarası yapmamıza yol açan Amerikan körlüğü veya korkaklığı gelirdi. (…) Yüzleşilen her şey değiştirilemez belki ancak hiçbir şey de yüzleşmeden değiştirilemez.” Bir de neyle yüzleşmek istediğimizden de bahsedebilir miyiz? Karşımda duran bir bey


az mı, bir sarışın mı yahut bir siyah mı yoksa bir insan mı? Belki günlük konuşmalarımızda bunun bir önem arz etmediğini de söylemek mümkün fakat durum bir konumlandırış ve şüpheyi doğuruyorsa kendimize doğru soruları sormamız gerekecektir. İnsanın derisinin rengi, kafatasının santimetresi yahut saçının şekli bize neyi verebilir yahut bizden ne alabilir ki onu belli bir bölgeye-kutuya hapsetmek-sıkıştırmak isteriz?

“Şundan eminim ki, dünya beyaz değildir. Hiçbir zaman da beyaz olmamıştır. Olamaz da zaten. Beyazlık, bir iktidar metaforudur ya da Manhattan Bankası’nın bir diğer ismidir.”

Meeting the Man: James Baldwin in Paris: “Ölümün gölgesi altında yaşamak, insana belirli bir özgürlük sağlıyor.”


1970’te Paris’te çekilen kısa belgeselin yönetmen koltuğunda Terrence Dixon var. Projenin Dixon’ın planladığı şekilde gitmediğini belgeselin daha ilk dakikalarında görebiliyoruz. Baldwin’in sivriliğinin bunda epey payı bulunuyor. Yönetmen Dixon ile Baldwin’i; ışıltılı gözleri, kendinden emin duruşuyla ve bir anda ciddileşen yüzüyle tanımaya çabalıyoruz. Baldwin öncelikle Paris’e nasıl ve neden geldiğinden bahsediyor. “Ne zaman ve neden Paris’e gidiyordum. Tarih 11 Kasım 1948 idi. Bu ölüm kalım meselesiydi. Bir kitap yazmak ya da kim olduğunuzu bulmak için Amerika’ya uzun süre sırtınızı dönemezsiniz. Cebimde 40 dolarla bu kadar uzağa geldiğime göre oldukça çaresiz bir durumda olmalıydım. (…) Kendimi sokaklara vurdum elbette. (…) Cezayirlilerin bana karşı nazik davrandığını söylemeliyim çünkü onlar şehri anladılar am


a ben anlamadım. Bu sokaklar bana yabancıydı. Beni sokaklardan korudular. Hem zaten başkası da koruyamazdı. Fransa’da Cezayirli olmak Amerika’da zenci olmak gibidir.”


Belgeselin çekildiği sene 1970’tir yani Baldwin üç dostunu kaybedeli çok olmamıştır. Medgar Evers 1963, Malcolm X 1965, Martin Luther ise 1968 yılında öldürülmüşlerdir. Bu bağlamda Baldwin’in Paris’e kaçışı da öldürüleceğini düşünmesindendir. “(…) Ülkemi neden mi terk ettim? Terk ettim çünkü orada kalırsam öldürüleceğimi biliyordum ve bunu söylerken abartmıyorum, melodramatik bir ifade değil bu.”

Paris’te bulunan Bastille Hapishanesi, Fransız Devrimi’nin başlangıç noktası olarak bilinir ve sembolik açıdan önemlidir. Baldwin film ekibini Bastille Hapishanesi’nin önüne getirir ve hapishaneyi işaret eder: “Bu hapishaneyi yerle bir ettiklerinde Avrupa tarihinde büyük bir olay gerçekleşmişti ve


Avrupa bunu anlıyor. Ben de bir hapishaneyi yerle bir etmek istiyorum ve bu olay Avrupa’nın tasavvurunda henüz vuku bulmadı. Onlara göre ben hala bir yabaniyim. Beyaz bir adam bir hapishaneyi yerle bir ettiğinde kendini özgürleştirmeye çalışıyordur. Ben bir hapishaneyi yerle bir ettiğimde başka bir yabaniye dönüştüğüm varsayılıyor çünkü anlamadığınız nokta şu; benim için hapishane sizsiniz. Siz gardiyansınız, sizinle savaşıyorum. Seninle değil, Terry ama siz İngilizlerle, siz Fransızlarla. Beni şu ana kadar hapis tutan bütün bir yaşam tarzı, bütün bir düşünce sistemiyle.”

Baldwin, önceki alıntılarda da yer yer rastladığımız gibi kiliseye ve Hıristiyanlığa karşı da kendini savunuyor. “Er ya da geç olacak olan şu: Dünyanın bütün sefilleri, öyle ya da böyle, bir sonraki Salı ya da Çarşamba; Londra, Roma ve Paris’in üzerine inşa edildiği kaldırım taşlarını söküp atacak. Dünya değişecek çünkü değişmek zorunda ve papa ölecek çünkü kilise suçlu bir kilisedir.”

Belgeselin son bölümündeki diyaloglar Baldwin’i anlamak açısında önemli vurgular taşıyor.

“T.D: Kendinizi devrimci bir yazar olarak nitelendirebilir misiniz?

J.B: Ne olduğumu bilmiyorum. Kendini devrimci bir durumda bulan bir yazarım ben.

T.D: Aslında beyaz insanlar için yazıyorsunuz. Bunun farkında mısınız?

J.B: Ben insanlar için yazıyorum. Beyaz insanlara inanmıyorum. Siyah insanlara gelince, onlara da inanmıyorum ama şu anda siyah ve beyaz olmak arasındaki farkı biliyorum.

T.D: Romanlar arasında uzun zaman harcıyorsun, neden?

J.B: Ben o tür bir yazarım. (…) Bu arada şuna da dikkatini çekerim, son birkaç yıldır, suikastler arasında çalışı


yorum ve bu işleri hiç de kolaylaştırmıyor. Demek istediğim arkadaşlarımı öldürüyorlar. Bu kadar basit ve tüm bu yıllar boyunca ben hayatta kaldım. Geçerli herhangi bir sebep olmadan.

T.D: Neden bir köşeye çekilip kitaplarını yazmak istemedin?

J.B: Çünkü ben bundan çok daha iyiyim.

T.D: Ama bundan iyi olmak zorunda değilsin.

J.B: Zorundayım.

T.D: O halde şöyle diyen insanlara katılmıyor musun ‘onun için hava hoş, o kaçtı kurtuldu’?

J.B: Neyden kaçmışım ben? Hem nereye kaçabilirim ki? Senin ülkene mi? Burada siyasi bir sığınma hakkı alabilir miyim? Kaçmak isteseydi bile siyahi bir adam nereye kaçabilirdi? Dünyada gerçekleri görmek isteyen çok fazla insan olmayabilir ama yine de biraz var. (…) Her halükârda doğru bildiklerine olan inancını kırarsan bu pek çok insan için ihanet olur. (…) Aşk hiçbir zaman popüler bir hareket olmadı ve hiç kimse gerçekten özgür olmak istemedi. Dünya, çok az sayıdaki insanın sevgisi ve tutkusu sayesinde bir arada kalıyor. (…) Herhangi bir günde, herhangi bir şehrin sokaklarını gezin ve etrafınıza bakın. Hatırlamanız gereken şey, baktığınız şeyin aynı zamanda siz olduğudur. Baktığınız herkes aynı zamanda sizsinizdir. O kişi siz olabilirsiniz ve böyle olmamaya kendi içinizde karar vermelisiniz. (…) Ben ve sevdiğim insanları


n sabaha helak olabileceğimizin farkındayım. Bunu biliyorum ama şu an yüzlerimize ışık vuruyor. Ölümün gölgesi altında yaşamak, insana belirli bir özgürlük sağlıyor. Kulağa tuhaf gelse de mükemmelen mutlu ve nispeten özgürüm.”

Mültecilerin birçoğunun hayallerinde Amerika ve benzeri ülkelerin olduğu da günümüzün farklı bir gerçeği.

Bu gerçek Amerika’nın ırkçılık ve özgürlük konusunda ilerlediğini gösterebilir. Yine de dikkate alınması gereken tek etken bu değil. Amerika’da ırkçılığa karşı ve ırkçılıkla ilgili film ve müzik kültürünün varlığından da bahsetmek mümkün. Örnek olarak hiphop sanatçısı J.Cole’un 18 yaşında Ferguson’da polis tarafından öldürülen genç Micheal Brown için yaptığı ‘Be Free’ şarkısı benim dikkatimi çekenlerden biri: “(…) Bana nedenini açıklayabilir misin?/ Neden dışarıya her adım attığımda bir zencinin öldüğünü görüyorum?/ Bilmeni istiyorum/ Buralarda ruhumu öldürebilecekleri bir silah yok./ (…)”

Irkçılık 20.yüzyıl ve öncesinde revaçta olmuş bir şey miydi peki? Yalnızca Amerika’ya yahut Hitler’e mi özgüydü? Ülkelerin birçoğunun eğitim sistemi milliyetçilik kavramı üzerine kuruludur, keza kişinin dünyaya bakışını etkileyen önemli olgulardan olan tarih olgusu da eğitim sistemi içindeki haliyle izlendiğinde benci-yönlendirici-pragmatik bir yol izler. Tek etken bu değildir elbette. Aile, çevre, televizyon, sosyal medya ve daha birçok etken dünyaya ve insana bakışımızı ol


umlu yahut olumsuz etkiliyor. Bu bağlamda ırkçılığın-ayrımcılığın farkında olunmadan dahi var olduğunu söyleyebiliriz.


25 Mayıs 2020’de George Floyd’un bir polis memuru tarafından yaklaşık 9 dakika boyunca nefessiz bırakılırken dudaklarından çaresizce dökülen birkaç kelime tarihe geçmiş oldu: “Nefes alamıyorum…” Floyd olayının üzerinden çok geçmeden 23 Ağustos 2020’de Jakob Blake adındaki siyahi vatandaş içinde üç çocuğunun bulunduğu arabasına binerken polis tarafından defalarca kurşunlandı. Polis onun arabadan silah çıkardığını düşünerek silahını ateşlediğini söylese de Blake’in arabasında silah bulunamadı. Bu olaylar sonrasına ‘Blacks Lives Matter’ sloganıyla sokağa dökülen Amerikan vatandaşı ise siyah beyaz fark etmeksizin meydanları doldurdular.


İtalya’daki olay da Floyd olayına benzer şekilde kan dondurucu. 29 Temmuz 2022 tarihinde İtalya’nın Civinato Marche bölgesinde işlek bir sokakta yaşanan olayda sokakta seyyar satıcılık yapan Nijeryalı 39 yaşındaki Alika Ogorchukwu, 32 yaşındaki İtalyan Filippo Claudio Giuseppe Ferlazzo tarafından darbedilerek öldürüldü. Sokaktaki insanlar ise bunu izlemekle ve bazılarıysa kayda almakla


yetindi. Avukat Francesco Mantella, "Bu korkunç bir şey. Kimse ona yönelik bu öldürücü öfkeyi durdurmak için yardım etmiyor. Bu utanç verici kayıtsızlığı soruşturmak gerekiyor. Artık yurttaşlık duygusu, hassasiyet ve dayanışmanın olmadığını gösteriyor." ifadesini kullandı. Haberlere baktığımızda aşırı sağcı ve solcu partilerin verdiği demeçler de göze çarpıyor. Gazeteler, erken seçim öncesi aşırı sağcı partilerin göçmen karşıtlığı propagandası yaptığını dile getiriyor. Aşırı sağcı partiler ise bunun ırkçılıkla bir ilgisi olmadığını söylüyor. Marche bölgesinde göçmenlerle çalışan bir vakfın kurucusu olan din adamı Don Vinicio Albanesi ise, La Repubblica gazetesine verdiği söyleşide bölgede karşılaştıkları ırkçılığı şöyle anlattı: “Bu bölgede yabancılar, siyahlar, ancak iş gücüne ihtiyaç varsa kabul ediliyor. B


eyaz ve yerel halktan olmayanları hor gören bir köy kültüründe takılıp kaldık. Siyah bir rahip ayin yönettiğinde bile bana gelip şikâyet edenler var.” Yakın zamanda Hindistan’dan gelen görüntüleri de zikretmek gerekecek, Müslümanlara karşı propaganda ve darp hadiseleri bir dönem oldukça artmıştı. Yeni Zelanda’daki camii saldırısını-katliamını ise tekrar düşünmek bile acı verici. Her coğrafyadan pek çok örnek verilebilir.


Göçmen, mülteci, düzensiz göç, ekonomik göç vb. kavramlar olduğu sürece bağlantılı olarak ırkçılık kavramı da gündemimize zaman zaman gelecektir. Birleşik Devletler'de mülteciler için ilk kez okul kuran Suriye kökenli Müslüman Luma Mufleh TED konuşmasında, ''İnsaniyet dışında, hayatımızın her noktasında gelişme katettik.'' diyor. Haksız da değil. Çoğunluğu Müslüman


olduğu söylenen bir ülke olarak biz neredeyiz? Malcolm X, Hac ibadetini yaparken yazdığı notlarda ve mektuplarda “İslam tüm renkleri ve sınıfları bir araya getiriyor.” der. Hatta Amerika’nın ırkçılık kanserini ancak İslamiyet’in sona erdirebileceğini düşünür. Bizler Malcolm


X’in görebildiğini görebildik mi merak ediyorum. Müslümanlara keza kendimize baktığımızda ise günden güne artan ırkçılık ateşiyle kavrulduğumuzu söyleyebiliriz. Bunun en önemli-açık örneği sosyal medya. Nefret dolu söylemlere sürekli şahit oluyoruz. Adalet bilimci Philip Atiba Goff, TED konuşmasında: "Irkçılığı hisler yerine davranışlar olarak tanımladığımızda onu ölçebilir ve imkânsız bir problemden çözülebilir bir probleme dönüştürebiliriz" diyor.


Yusuf Emir Culha, Dört Duvar Dergisi 4.Sayı.


9 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Frantz Fanon (d. 20 Temmuz 1925, Fort-de-France, Martinik – ö. 6 Aralık 1961, Washington), Cezayir savaşına katıldıktan sonra Fransa altıncı Cumhuriyetinin birinci meclis adayı olan siyahi lider Aime

bottom of page