top of page
  • Yazarın fotoğrafıYusuf Emir Culha

Fanon ve Direniş: Siyah Deri Beyaz Maske

Frantz Fanon (d. 20 Temmuz 1925, Fort-de-France, Martinik – ö. 6 Aralık 1961, Washington), Cezayir savaşına katıldıktan sonra Fransa altıncı Cumhuriyetinin birinci meclis adayı olan siyahi lider Aime Cesaire’i destekler. Bugünden sonra artık sıkı bir eylemcidir. Tıp tahsilini yapar, felsefeyle yakından ilgilenir. Psikiyatrist olarak da çalışmalarını uzun süre Cezayir’de sürdürmüştür.


Fanon, “Duygusal patlamanın zamanı değil bugün. Bunun için vakit çok erken… ya da çok geç. Ebedi gerçeklerle gelmiyorum. Bilincimin mucizevî ışımalarla aydınlandığını söyleyemem. Yine de, tam bir huzur içinde düşünüyor ve diyorum ki bazı gerçekleri dile getirmek iyi olacak.” Cümleleriyle sözlerine başlıyor. Siyah insanın hemcinsleriyle ve beyazlarla olan ilişkisi üzerinden türlü konuları derinlemesine irdeliyor. Tahmin yürütebileceğimizin aksine siyah ile beyaz insanın hesaplaşmasından ziyade, siyah insanın kendi içinde hesaplaşması ağır basıyor, Siyah Deri Beyaz Maske’de.


1) Zenci ve Dil

Dil; medeniyeti, kültürü esasında toplumu ve bireyi içinde barındıran bir kavramdır. Nasıl irademiz bizi diğer canlılardan ayırt ediyorsa dil de bizi diğer canlılardan özel kılan bir olgu. Paralelinde; iletişim, duygu aktarımı ve konuşmak-diyalog. Fanon’un konuşmak kavramından bahsettiği bölümden ufak bir alıntı yapmak istiyorum; “[…] konuşmak demek, bir kültürü özümlemek, bir medeniyetin yükünü dilinin ucunda taşıyabilmek demektir.” Dil, insanın nasıl bir hayat yaşayabileceğine dahi etki eder. Bazı kullanımlar, öbekler, kavramlar eşsizdir. Yalnızca o dil için vardır ve var olacaktır.


Bir toplum kendi dilinden uzaklaşıyorsa kendinden, toplumundan, yaşamından, kültüründen, selamından, sokağından da uzaklaşıyordur. Sömürü yalnızca toprak işgali ile değildir. Sömürü dilin, kültürün, edebiyatın, sanatın, inançların yok edilmesi yahut yok edilmeye çalışılmasıyladır da. Beyaz adam az çok bunu başarabilmiştir Afrika’nın bazı-çoğu kısımlarında. Eğitim yerlinin dilinde değildir, okutulan kitaplar ise kendi ülkesindeki düşünürlere ait değildir. Televizyonda izlediği kendi kültürüne ait değildir. Dergilerde göregeldiği resimlerse siyah adamı güler yüzlü, sadık, saf ve efendisinin emrine hazır-nazır şekilde resmediyor. Her yönden bastırılma-sömürülme durumu var. Sömürgeci, sömürdüğü toprağı-toplumu-zenginliği sömürme şekli geliştikçe-değiştikçe (eski sömürgeden, yeni sömürge tarzına evriliş-emperyalizm sömürgeci) sömürülen insanın gözüne girip duran parmak sayısı artıyor. Fanon’un ‘dil’ kavramıyla başlamasının ardında siyah insanın beyaz insana benzeme-onun gibi olma arzusu-isteği yatıyor. Hatta daha ileri götürerek siyah insan kendisinin beyaz insan gibi olmaya yaklaştığı sürece var olabileceği kanısında. Ki bu gerçekleşmeye başladığında siyah insan arafta-paradoksta kalıyor. Kendi toplumundan uzaklaşan ve beyaz insan tarafından ise kabul edilmeyen birey karşımıza çıkıyor.

“Kendi yerel ve orijinal kültür kaynakları söndürülmek ya da toprağa gömülmek suretiyle ruhunda onulmaz bir aşağılık kompleksi yaratılmış her halk, […] metropol kültürüyle göğüs göğüse bir hesaplaşma içinde bulur kendini.” Kimi bu hesaplaşmadan kaçmak-kurtulmak isterken kimi kendi içinde ve çevresinde savaşlar veriyor elbette.


Fanon, Antil toplumu üzerinden ilerlese de Afrika kıtası için de bunu varsayabiliriz; Fransa’ya gitme, Fransızca konuşma, kendiliğinden-benliğinden uzaklaşma arzusu. “[…] Tam bir başkalaşım içinde yurduna dönen garip bir tiple karşı karşıyayız. Yurdunda konuşulan lehçeyi artık anlamayan, olsa olsa kıyısından bucağından haberdar olduğu baleden, operadan bahis açan ve her şeyden önemlisi de kendi memleketinin insanlarına, hemşehrilerine karşı yukardan tavırlar atan bir tiple. […] Ama, ne yazık ki, çoğu zaman daha konuşmaya başlarken kendini ele vermekte; başını kibirle dikip, beyaz maskeyi yüzünde tutmaya çalışarak ‘Ben Payisteyken…’ diye söze başlarken ağzından isi-kurumu iyi kazınmamış sözler dökülmektedir.” Aşağılık kompleksinin ileri düzeyde eğitimli siyah insanda daha fazla olduğunu kavrıyoruz. Bunun tezahürü cinsiyetlerde de farklılaşıyor. Mesela kadınların çoğunun kendi gibi siyah tene sahip olan biriyle değil de beyaz bir adamla evlenme isteğinin olması. Yine Fanon bu konuya da ağırlık veriyor. Olayın psikolojisine, hissiyatına, ruhuna eğiliyor; maddeye çarpıp kalakalan bir düzlem içinde sıkışmıyor.


“Biri kalkıp da bana siyah adamın en az beyaz adam kadar zeki olduğunu ispata çalıştığı zaman, ona derim ki, zekâ kimseyi kurtarmamıştır şimdiye kadar. Evet, böyle derim, çünkü zekaya ve felsefeye insanların eşitliğini ispat için başvurulacaksa eğer, onlara insanların imhasını meşrulaştırıcı silahlar olarak da sık sık başvurulduğu unutulmamalı asla.” Siyah adamın beyaz adama kıyasla zihinsel işlevler bakımından geri olduğu çokça söylenmiş ve bilimsel kisveler altında da defalarca zikredilmiştir. Daha uç şekilde siyah adam; yamyam, mağara adamı, günahkâr, şeytan, kirli, kabile savaşlarından ibaret görülür ve geride kalandır. Hıristiyanlık da siyah adamın köle olmasını meşrulaştıracak biçimde şekillenmiş, değiştirilmiştir.


2) Siyah Kadın-Beyaz Erkek

Birkaç romandan yola çıkıyor Fanon, örneklerle siyah kadının beyaz adama karşılık beklemeksizin duyduğu hayranlığı gün yüzüne çıkarıyor. Kendi gördüğü ve yaşadıklarından da yararlanıyor elbette. Oldukça paradoksal bir bölüm bakıldığında. Kişi kendi teninden, toprağından, kültüründen nasıl nefret edebilir ve diğer tarafa hayran olabilir. Fanon, Mayotte Capecia’in ‘Je suis Martiniquaise’ adlı kitabıyla başlıyor, siyah kadının strüktürünü, yönelişini ortaya koymak adına. Fanon’un yaptığı alıntıyı kısmen buraya alalım: “Evlenmeyi istemesine istiyordum, ama beyaz bir adamla olmalıydı bu. Ama bir yandan da bir siyah kadının, bir beyaz erkeğin gözünde hiçbir zaman bütün bütüne saygıya ve bağlanmaya değer olamayacağını düşünüyordum…” Böyle bir istek oldukça garip gözüküyor. Bu düşünceye bağlanmış pek çok Martinikli kız öğrencilerle diyaloga girdiğini söylüyor, Fanon. Bu öğrencilerin bir çoğu mezun olduktan sonra ülkesine geri dönecek. Özellikle öğretmen adayları için durum daha da korkunç. Kendi ülkesinde, kendi renginden olanlara eğitim veren-yol gösteren kişi aslında kendi renginden tiksinmiş bir halde orada bulunacak. Her gelen nesil yabancılaşma olasılığının fazla olduğu bir ortam içine sürükleniyor desek yanlış olmayacak.

“Gerçekten de kerem ve merhamet sahibi bir tanrı siyah olamazdı; pembe parlak yanaklı bir beyaz adam tasavvur etmeli onun için. Evrim süreci siyahtan beyaza doğrudur çünkü. Beyaz olmak, zengin olmak ve zeki olmak: aynı prizmanın değişik yüzleri bunlar.”


3) Siyah Erkek-Beyaz Kadın

“Ruhumun, yüzüm kadar kara olan ruhumun en karanlık köşesinden, kara çizgilerle taranmış bilincimin karanlıkta kalan en arka bölgesinden bir arzu kopuyor, apansız beyaz olmak arzusu.” Bu arzu pek çok nevrotik duyguları-olayları ve daha pek çok şeyi barındırıyor.

Siyah erkek de tıpkı siyah kadın gibi beyaz insanla birlikte olmayı yeğlemiştir. Fakat bu konu Fanon’un kitabı özelinde konuşursak kadınlarda daha ağır basan bir olgu gibi durmakta.

Bu bölümde Fanon, Rene Maran’ın otobiyografik denilecek tarzda olan romanından yola çıkar. Burada Jene Veneuse, içine kapanık oldukça zeki ve siyahi bir çocuktur. Büyür ve iş sahibi olur, yüksek rütebededir ve kendini daha da beyaz gibi hisseder, o bir Avrupalıdır ve kesinlikle beyazdır. Kendi iç çatışmasını kontrol etmek-bastırmak ister. Gün geçtikçe bulunduğu yere karşı aitsizlik hissi depreşir. Bastırdığı duygunun altında ezilmemektir artık tek düşüncesi. Buna karşın kendi öz vatanı hakkında da bilgiye sahip değildir. Ne bir beyazdır ne de tam anlamıyla bir siyah. Daha önce bahsettiğimiz araf durumunun farklı bir katmanıdır bu. Zamanla bu düşünceler Veneuse’un kafasını fazlasıyla kurcalar daha da kabuğuna gömülür karakter, zihninde sorgulamalar vardır, kendi halini anlamlandırmaya çabalar: “Kim anlatabilir, evebeynlerinin kendi toprağından söküp de, gerçek birer Fransız olsunlar diye küçük yaşta Fransız toprağında dikmeye kalktıkları bu küçük memleket çocuklarının umutsuzluğunu! Kim anlatabilir, bu göz açıp kapayıncaya kadar kendilerini, gözyaşları içinde evebeynlerin dediklerine bakılırsa ‘tamamen kendi iyilikleri için’ kapatıldıkları yatılı okulların soğuk yatakhanelerinde bulan hayat dolu çocukların içine itildikleri yabancılaşmayı…” Jene Veneuse de bu çocuklardan biridir.


4) Sömürgeli İnsanın Sözde Bağımlılık Kompleksi Üzerine

Bir örnekleme gerekirse nevrotik bir şekilde siyah insan kendini bir yere kondurmak da zorlanır. Beyaz olma teşebbüsü içerisine girer, çünkü bir kast sistemi vardır icabında. En üst katman da ise beyaz insan vardır. Aşağılık bataklığında hareket ettikçe batan siyah adam yukarı çıkmak için özünden ayrılır-ayrılmaya çabalar. “Sömürgeli insanın aşağılık duygusu sadece ve sadece Avrupalının yükseklik duygusunun bir sonucudur.”

Fanon bir siyahinin rüyasını dinliyor: “Uzun bir süre koşmuş, yorulmuştum; varacağım yerde beni önemli bir şeyin beklediğini düşünüyordum; birçok engel ve duvarı aştıktan sonra boş bir salona vardım; bir kapının önündeydim, içerden gürültüler geliyordu; önce bir süre tereddüt ettim girmekte, sonunda girmeye karar verdim ve girdim. Girdiğim bu odada Beyaz adamlar vardı ve işin tuhafı ben de beyazdım.” Fanon dostunun kariyer problemleri olduğunu biliyor. Bilinç altı istekle bağlantısını kuruyor fakat sonuçların psikoanaliz laboratuvarının sınırlarını aşmasını istiyor ve iki nedene bağlıyor bu rüyayı: “1-Hasta aşağılık kompleksiyle malüldür. Psikolojik strüktürü bütünlüğünü yitirme tehlikesiyle karşı karşıyadır. Yapılacak tedavi onu bu tehlikeye karşı korumak ve adım adım bu bilinçaltı tutkuyu bertaraf etmek. /2-Hasta kendini Beyaz olma tutkusuna tamamen kaptırma noktasında ise, bu onun aşağılık kompleksi veren ve bu kompleksin varlığını pekiştiren bir toplumda, belli bir ırkın üstünlüğünü vazeden bir toplumda yaşadığını gösterir. Böyle bir toplumun hastanın karşısına çıkardığı güçlüklere eşdeğer bir ölçüde hasta nevrotik alana sürüklenmiş bulacaktır kendini.”


5-Siyahlar Gerçeği

Siyah adam çifte bir yaşama doğru adım atarken yaşamsızlık kuyusuna düşüyor desek sanırım yanlış olmayacak. En azından Fanon’u okurken bunu hissediyorum. Araflığı ve konumsuzluğu irdeliyor Fanon yumruklarını sıkarak. Siyah insanın derinlerine doğru süzülüyorum yazarla birlikte. Her şeye rağmen onların yaşadıklarını yaşamadan yahut onlarla bulunmadan bazı durumları anlamak kolay değil, yine de insan insanı anlamak için çaba sarf ettiğinde uzaklıklar, mesafeler bir nebze de olsa yok olup silinebiliyor.

“Dünyayı nesnelerin dilinden anlamak, onların özünde yatan anlamı çözmek kaygısıyla ve hayatın sırrına ulaşmak arzusuyla dopdolu bir suje olarak geldim ve talihsizliğe bakın ki, keşfede ede, öteki objeler arasında bir obje olduğumu keşfettim sonunda. Bu ezici şeyleşmenin ortasında kıstırılmış olan ben, yalvaran bakışlarla başkalarında arıyorum kurtuluşumu. Onların kurtarıcı bakışları, ansızın unufak olan, hiçliğe dönüşen gövdemi yalayarak, yittiğini sandığım bir canlılık, bir hafiflik veriyor bana; kaybolduğum dünyadan alıp yeniden var olduğum dünyaya yerleştiriyorlar beni. Ama orada, öteki yakada, daha ayaklarımın üzerine doğrulur doğrulmaz, jestleriyle, bakışlarıyla ve tavırlarıyla beni hemen durduruyor ötekiler, boyanmak için duvara yaslanan bir korkuluk gibi. Öfkeyle doluyor, bir açıklama istiyorum… Nafile, hiçbir karşılık yok ve öfkeden paramparça oluyorum orada. Başkaları tarafından bir araya getirilen cüzlerimdi bunlar ve bir araya gelmek, var olmak için yine başkalarını bekliyorlar şimdi.”

Özünden uzaklaşma, özün sömürülmesi, kayboluş, yersizlik, sıkışmışlık, şeyleşmişlik, konumsuzluk. Her halk az çok sömürülmüş yahut sömürülmektedir. Bunun en etkin biçimini görüyoruz Afrika’da.


İnsan kendini bulmak için yola çıkarken daha da kayboluyor bazen, doğru yola sapabilmek-hissedebilmek önemli. Siyah insan özüne yabancı şekilde var olmak yoluna çıkmış ve bu yolda ancak beyaz insanla yürünebileceğini düşünmüştür bir nevi.

Trendeyken bir siyahi (zenci!) olduğumuzu düşünelim; “Trendeyiz ve yüzümün rengi kara: bu durumda bedensel varlığıma üçüncü tekil şahıs zamirinin izafesi mümkün değil, çünkü üç başlı, üç gövdeli bir varlık artık. En sıkışık kompartmanda bile bana, bir değil, iki hatta üç kişilik yer ayırmalarından belli bu.”


İliklerine kadar betimliyor bir siyahın beyazlar içinde ne olduğunu, nasıl görüldüğünü. İrdeliyor ve irdeliyor, herkesin ona bakışını düşünüyor ve aynaya daha farklı bakıyor bir sonraki seferde, siyah adam. “Ateşin yanında oturuyor ve derimi inceliyorum, postumu. Daha önce hiç dikkatimi çekmemiş sanki, ne kadar da çirkinmiş meğer. Ama bir an duraksıyorum: kim söyleyebilir bana güzelin ne olduğunu?” Sorgulamadığımız sürece pesimistlik ve sonsuz şüphecilik paçalarımıza kenetlenmiştir. Kendine ırkçı ve aşağılayıcı bakan bir yanıyla sömürgeci beyaz insanın gözünden bakan siyah insan elbette kendini beyaz insanın gördüğü gibi görmeye başlar.

Tüm düşünmeye, çabaya, iyi olmaya verilen öneme rağmen; yalnızca renginden dolayı arka planda kalan insan. “Ben dünyayı aklileştirmiş, onun psikolojik saldırısına karşı mantığın zırhına bürünmüştüm, dünya ise beni, renksel ön yargısıyla geri püskürtmüştü.” Bu durum çaresizlik sendromuna da neden olabilir elbette. Kişi ne yaparsa yapsın, kim olursa olsun renginden dolayı zaten geri plana atılacağını düşünür. Amerika’yı düşündüğümüzde gettolara, ayrıştırılmış düşük düzey binalara yerleştirilen siyahi insanlar yaşamanın verdiği zorlukla, ezilmişliğin verdiği psikoloji ile bir kısmı uyuşturucu madde ticaretine yönelmiştir. Bunu iyi bir şey gibi lanse edemeyiz fakat copların ve iyice açılmış gözlerin hedef noktasıyken ‘hayatta kalma’nın öncelik olduğunun farkındayız.


Farklı bir konuya daha geliyoruz; metafizik, ruhaniyet, samimiyet, sevecenlik, insanlık. “Şairim ben, dünyanın şairi yaptım kendimi. İçinde şiir adına hiçbir şey bulunmayan bir şiir tutturmuştu beyaz adam. Çürümüştü beyaz adamın ruhu; Birleşik Devletler’de öğrenim gören bir dostumun dediği gibiydi durum; ‘Beyazların yanında zencilerin varlığı insanlık için bir güvence durumundaydı. Beyazlar, günlük hayatın mekanik akışına kapılıp da kendilerini ruhen yoksullaşmış hissettikleri zaman hemen derisi renkli insanlara dönerek biraz olsun insanlık havası solumak isterler.’ Evet, sonunda bunu öğrenmiştim, bir hiç değildim artık.” Tabii bu büyük bir genelleme olsa da biz de böyle hissediyoruz. Samiha Ayverdi’nin dediği gibi; Batı, insanlaşmadan evvel sanayileşmiştir. Bu yüzdendir makyavelist Batı, metafiziksel boşluğunu doldurmak adına tüm çığlıklara-yakarışlara gözünü yumabilmiş; her işini mubah bir kalıba sokabilmiştir.


Fanon, böylesine tartışma, savunma, fikir dolu bir eserde edebi dili de elden asla bırakmıyor: “[…] Dünya genişliğinde bir ruh taşıdığımı hissediyorum ben, en derin nehirler kadar derin bir ruh; göğsümü kimsenin şişiremediği kadar şişirebilirim, buna inanıyorum. […] Dün, gözlerimi dünyaya açtığım zaman, göğün ihtilaçlar içinde biçim değiştirdiğini gördüm. Kalkmak, doğrulmak istiyordum, ama zincirlerimden boşalan sessizlik üzerime çöktü, kanatlarım ezildi, yerinden kalkmaz oldu. Hiçlik’le sonsuzluk arasında yol alan sorumsuz bir süvariyim ben, üstelik ağlıyorum şimdi.”


6-Zenci ve Psikopatoloji

Fanon, psikoanalitik anlamda özellikle Freud ve Adler’in yaptığı çalışmaların, derisi renkli insanın dünyaya bakış tarzını anlamaya yönelirken işe yarayabileceği sorgusunu dile getiriyor. Freud’dan yapılan bir alıntıyı buraya almak istiyorum; “[…] arazlar, bellekteki kalıntıları durumunda oldukları kritik olayların belirlediği ruhsal damgalanmalardır ve bu olayların karakterini taşırlar; bu yüzden de onları, nevrozun keyfî ve anlaşılmaz dışa vurumları olarak görmek zarureti yoktur artık. Bununla birlikte, beklenenin tersine, araza yol açan olay, tekil bir olay değildir her zaman; birbirini andıran ve sık sık tekrarlanan bir travmatik olaylar setidir çoğu zaman, arazın ortaya çıkmasında başlıca rolü oynayan. […]” Her nevrotizmin ardında yaşanmış olaylar-durumlar vardır diyebiliriz. Siyah adamın kaygısını, korkusunu, konumunu belirlemek için psikoanalist bakış tek başına yeterli olmasa da elbette bulunduğu kaygı ve öz kaybının en derininde bilinçaltı ve çarpıcı olaylar-belirtiler vardır diyebiliriz. Siyah insan elbette kendi halindeyken kendinden nefret etmez, bu oldukça zor gözükmekte. Onu bu duruma iten bir başat olay-olaylar ve geniş strüktürde bir travma olmalı.

Fanon’un da bahsettiği ‘günah keçisi’ kavramından bahsedelim. İnsan her zaman suçlayacak, hedef tahtası konumuna getirilebilecek bir şey, bir kişi yahut da çok şey arar. Kendi düşüncesini mutlak doğru olarak saydığında, kendini mükemmel olarak nitelediğinde bu durum daha çok ortaya çıkabilir. Günümüz sosyal medyasında özellikle bir günah keçisi bulmak oldukça basittir. Dikkatleri başka sekmelere çekmek için de var olagelir bu durum. Burada antisemitimizmden (Yahudi düşmanlığı-karşıtlığı) de örnekleme yapıyor yazar. Bir devrin günah keçisi Yahudilerken, bir devrin günah keçisi Afrika, bulunduğumuz devrin günah keçisi de Müslümanlardır. Zorbalık görenin bir zaman sonra zorba haline dönmesi de ayrı bir noktadır. (Filistin’de Müslümanların asırlardır gördüğü zulüm gibi bir kısım Yahudiler tarafından…)


Bir yerde yamyamlık varsa siyah insan da vardır, bir yerde vahşilik varsa siyah insan da oradadır ki asıl yamyam-kan emici, nifak tohumu ekmekte usta-ayrıştırıcı-yok edici-empoze edici olanın ta kendisidir sömürgeci. Günah keçisi olarak lanse edilen kişi-toplum ezilenin kendisidir çoğu zaman. “Nasıl bir oyun bu? Daha dünyaya gözlerimi açar açmaz, siyah bir bant geçirdiler gözlerime, ağzımı bağladılar ve beni şu ne idüğü belirsiz evrensel olanda boğmak istediler. Evet bana bunu yaptılar; ya başkalarına? Bağırmak için ağzı, haykırmak için sesi olmayanlara?.. Kendimi, kendi zenciliğimde yitirmem mi gerekli yoksa? Ateşe verilen yurdumu görmem gerekli, tecrit kamplarını, baskıyı ve zulmü, tecavüzü ve şiddeti, hayvan yerine konmayı, ırk ayrımını ve önümde tüm kapıların kapandığını…”


Nasıl oluyorsa tüm vahşeti getiren sömürgeci Avrupalı, sömürdüğü siyah adamı yamyam-zorba-cahil görür. Daha ileri gider hatta “Sömürge dönemine özgü kültürel yabancılaşmayı sağlamak için kullanılan kaynakları dikkate alırsak, hiçbir şeyin şansa bırakılmadığı ve sömürgeciliğin nihai amacının yerli halkı karanlıktan kurtarmak olduğuna inandırmak istendiği anlaşılır. Sömürgeciliğin kasıtlı olarak ileri sürdüğü gibi, bu durumun sonucu, sömürgeci yerleşimler çekip giderlerse, barbarlık, bayağılaşma ve hayvanlık gibi küçültücü bir yaşama geri döneceklerini yerli halkın kafasına kazımak olur.” der Fanon diğer bir eseri olan Yeryüzünün Lanetlileri’nde. Avrupalıdan bir kişi can verdiğinde tüm dünya ayaklanmalıdır, tüm bir kıtayı kurşuna dizmek artık meşrudur. Fakat ne var ki yüzbinlerce insanı öldürebilmekten çekinmezler çünkü beyaz değildir yahut da daha genel tabirle onlardan değildir, başkasıdır.

Fanon’da gördüğüm diğer bir mevzu ise, halkıyla iç içe olmasıdır. Entelektüel asla halkında uzaklaşmamalıdır. Halkından uzaklaşan entelektüel dediğimiz şahıs kime göre entelektüeldir? Bunun örneklerini her yerde görebiliriz. Topluma sırtını dönmüş düşünür, yazar kim için yazıyordur düşüncelerini? Fanon ise toplumla bütünleşmiş, farklı farklı durumlarda halk ile iç içe bulunmuştur ki mesleği de bunu gerektirmiştir. Bu yönüyle işlediği konuyu her yönden ve derinlemesine işlemiştir diyebiliriz. Samimi ve sorgulamayı düstur edinmiş bir entelektüel ile karşı karşıyayız.


“Var oluşun ilmeği boğazımı sıkıyor. Kendi özgürlüğüm bir hisar gibi çeviriyor beni. Hayır, Siyah olmaya hakkım yok. Böyle ya da şöyle olmak gibi bir görevim de yok. Beyaz adam madem benim insanlığımı kabule bir türlü yanaşmak istemiyor, o halde ben de bütün gücümle, bütün ağırlığımla onun hayatı üzerine abanacak ve ona, zihninde canlandırıp durduğu o yamyam kırmasıyla karşı karşıya olmadığını göstereceğim. Günün birinde var olduğumu, bütün öteki insanlar içinden bir insan olduğumu keşfettim ve yalnızca şu görevin beni beklediğini gördüm: başkalarından insan gibi davranılmayı istemek. Bir tek görev: kendi seçimlerimi kullanarak bizzat kendi özgürlüğümü ortadan kaldırmamak. […]”

Fanon son cümlesini dua ederek bitiriyor; “Ey ruhum, hep soru soran bir ruh olarak kal kaldığın yerde!”[1]


[1] Yararlandığım, okuduğum baskı Seçki Yayınları’nın 1988 yılındaki basımına ait. (Çevirmen, Cahit Koytak)


Yusuf Emir Culha, Dört Duvar Dergisi 1-2.Sayı.

7 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page