top of page
  • Ayşenur Yıldırım

DÖRT DUVARLI BEYAZ SARAY



Kısalı uzunlu çubukların birbiriyle olan yarışlarına hayatımı sıkıştırmak istemiyorum. Hatırlıyorum. Bir gün anamın evinde otururken tik tak sesi beynimin en uç noktalarında yankılanıp tümüyle bedenime sirayet etmişti. O gün hayatımdan saatleri çıkardım. Zaman, hesabını yapmak istemediğim kadar manasızlaştı. Ömre biçilen bir vakit gelmeyi bekliyordu. Günün birinde kulaklar tik sesini işitecek tak sesini duymadan uğurlanacaktı. Nitekim öyle de oldu. Bu sebeptendir ki saat kullanamam.


Küçük dünyamın büyük ormanları ve karanlıkları var. Tavandan bahsediyorum. Küflü ve biraz da yosunlu. Geçtiğimiz yıl kireç çekmiştik, annem ve ben. Fakat rutubet öyle berbattır ki duvarlar durmaksızın kusar hele de cebinde metaliği az olan her kimse gider onu bulur.

Güneş,suları buharlaştıracak kadar dünyayaya dolmadan, topraktaki canlılar nimet arayışına başlamadan hatta imam minareye çıkmadan,domates tarlasına işçiler varmadan evvel mütamadiyen bir su topu alnıma düşer ve saatsiz sabahlarım başlar. Böyle sabahlarda insanlar beni daha kabul edilebilir bulsunlar diye beyaz takımlarımın üzerine kahverengi ceketimi çekiyorum. Sokağa indiğim vakit bir simitçi cümle aleme sesini duyura duyura ilerliyor. Durdurup soruyorum.


-Simit ne kadar kardeşim?


Yazdan beri çalışmış olmanın verdiği yanık ten, ellerindeki çıkmaz tepsi karası, kader yazısını örten alın kiri...Beni acıyla selamlıyor. Onlardan bağımsız her şeyiyle pek güzel bir çehre cevap veriyor.


-Yedi buçuk ağabey.

-Pahalanmış yahu. Neyse sen bana bir ta...


Derken ellerimde buluyorum yarım kalan cümlemin devamını. Parayı da simidi veriş hızıyla alıp gidiyor çocuk. İleride bir yerlerde anamın evi gözüme ilişiyor. Kolyeden fırlamış inci gibi. Eve tam vardım diyorum. Bir yokuş beliriyor. Otağtepe’den iniyorum. Heybetli Anadolum ayaklarımın altındayken Avrupa karşıda emrime amade gibi kıvrım kıvrım.Eve tam vardım diyorum bir ahbap kesiyor bu sefer de yolumu. Hoş geldin beş gittin derken başlıyor Alamanya anılarını anlatmaya, gezdiği memleketleri saymaya. Israrla “Elin gavuru yapmış yahu!” diyerek benden de tasdik bekliyor. İçimden “deli midir bu adam?” nidaları yükselirken kendimi İsveç’in dağlarında, Norveç’in kuzey ışıklarında, Londra’nın yağmurlu sokaklarında gezinirken buluyorum. Anacığımın evi de görünmüyor. “Nasıl bulacağım şimdi ben yolumu? Hemen bir uçak bileti almalı. Doğruca memlekete geri dönmeli. Cebimizdeki parayı da simite vermiştik. Ahh, neyse ki kahverengi ceketimin iç cebi var! orada olacaktı.” Uçağa atlayıp geliyorum olduğum yere. Yürüyorum eve doğru. Şu evrende beyaz, tertemiz ne varsa gelsin gözünüzün önüne. Gökten süzülen kar,yüksüz bulutlar,hasata hazır pamuklar...Giriyorum. Sesleniyorum. ”Ben geldim annem.Bir çay yap içelim.” Sesim beyaz duvarlara çarpıp yalnızlığımla buluşuyor.Meğer ben bu dört duvarlı beyaz saray içerisinde her yere gitmiş, birsürü insanla tanışmış, kıtalar arasında nakış dokumuşum. Hepsi bir hayal-i sukuttan ibaretmiş. Gerçek olan yalnızca ben ve dört duvarlı beyaz sarayımmış...

94 görüntüleme3 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Kendimi sokağa atmak istiyordum. Kulaklığı şöyle takayım, Allah vere de şarjım ola. aşağı sokaktan sahile insem. Kapşonu çeksem, yağmur da yağsa. Allah vere de yağmur yağsa. Yağdıkça daha depresif olu

(“Senin neyin var?” “Gördüğünüz gibi, Fyodor Naumoviç, öldüm ben…” “Ne zaman?” “Yarın akşam yemeğinden önce.” “Ne tuhaf şey! Neden ölmeden geldiniz Yarın akşam yemeğinden sonra getirirlerdi sizi.”) (M

Bereket versin, şehir üstüme üstüme geliyor. Sokaktaki taşıyla, gökteki camıyla, varıyla, yoğuyla, yansımasıyla üzerime üzerime geliyor. Belki fena güzeldir de anlamıyorumdur. Belki de gri içini açıyo

bottom of page